Fotoğraf © Serdar Yağcı
1982 yılıydı ve ben henüz 10 yaşındaydım. Babam bir gün bana “Oğlum, eğer bir şiir yazarsan Denizli Gazetesi’nde çıkmasını sağlayabilirim.” dedi. O yıllarda babam yerel bir gazete olan Denizli Gazetesi’ne abone idi. Gazetenin çocuklara ayırdığı bir köşesi vardı. Muhtemelen gazetenin genel yayın yönetmeniyle yaptığı bir sohbette konu gündeme gelmiş, babam da bana aktarmıştı. Beni bir telaş, sıcak bir mutluluk sardı. Hayatımda ilk kez bir şiir yazacaktım. Kağıdı kalemi elime aldım, babaannemin içi saman dolu yastıklarla desteklenmiş tahta divanının üzerinde, ön bahçeye bakan pencerenin kenarına kuruldum. Güzel bir mayıs günüydü. Arka bahçemizdeki ağaçlar yeşillenmeye başlamıştı. Dışarıdan gelen ışık evi hem aydınlatıyor hem de ısıtıyordu. Babaannem gençliğinde yaşadığı yüksek göz tansiyonu sonucu gözleri görme yetisini kaybetmişti. Geçirdiği felçten dolayı da kendi başına yürüyemiyordu. Ama yine de evde olup biten her şeyden her nasılsa haberi olurdu. Benim odasına geldiğimi hissetmiş olacak ki “Ne yapıyorsun, Serdar?” diye sordu. “Dışarıyı seyrediyorum, hava çok güzel, babaanne” diye geçiştirerek yanıtladım ama babaannemin görmeyen gözleri için daha fazlasına ihtiyacı vardı ve “Bana biraz dışarı anlatsana, dağlardaki karlar duruyor mu?” diyerek, bir sohbeti başlattı. Denizli’nin güzel dağlarını konuştuk o gün babaannemle, bir yanda üzerindeki karın bazı noktalarında neredeyse 12 ay yok olmadığı Karcı Dağı, diğer yanda Ege Bölgesi’nden İtalya’ya kadar en yüksek nokta olan Honaz Dağı. O sıcak sohbetten sonra bir şiir yazıp babama verdim. İki gün sonra da yayınlandı.
Dağ
Yükselirsin göklere doğru
Koşsam koşsam yetişemem
Delersin bulutları
Kış gelir beyazlaşırsın
Yaz gelir yeşillenirsin
Benim güzel dağım
30 yıl sonra eski fotoğraflarla dolu bir albümün arasında, sararmış bir gazete parçası üzerinde bu şiiri görünce hatırladım bu hikayeyi. Ne çok zaman geçmişti aradan. Artık dağlardaki karlar yaz gelmeden erimiş oluyor, yeşilimiz ise daha az. Zaten babaannemi kaybedeli uzun zaman oldu. Babamı da kaybetmiştim daha bıyıklarım terlemeden.
Rüzgarı hissederek yüzümde, olanca hızımla ve mutlulukla koşabildiğim zamanlar ise çok geçmişte kaldı.
Çok duygulandım. Ve hissederek okudum. Adeta yaşadım. Gözümde canlandırdım. Bu kez fotoğrafı yazarak çekmişsin…
Bilirsin, anneannem, genellikle, o tahta divanda, lambalı radyonun altındaki köşede, senin bu şiiri yazdığın köşede otururdu. Radyoya çalgı derdi. Çocukken bazı geceler anneannemle kalırdım. Radyonun karşısındaki köşedeki yer minderine kıvrılıp yatar, yattığım yerden o radyodan o sesler nasıl çıkıyor diye düşünürdüm. Bir gün anneanneme “Anneanne radyonun içinde küçük adamlar mı var?” diye sordum. O da gülerek “Evet” dedi. O zaman herkes uyuyunca onlar da radyonun arkasından usulca çıkıp yataklarına gidiyor olmalıydı. Birkaç gece bekledim. Her seferinde onları çıkarken yakalayamadan uyuyup kaldım.
Yıllar sonra birgün “Anneanne ben elektronik mühendisi oldum” dediğimde anneannem “Ne iş yapar o?” dedi. Anlattım. Dinledi, düşündü. “Hmm çalgı mühendisi yani..” dedi.
Bir bakıma doğruydu… 🙂
Ne hoş bir anı 🙂
Bu vesileyle sevgili büyükannemizi de anmış olduk. Nur içinde yatsın.