Beni kendimden uzaklaştıracak keşif yolculuklarımdan biri de 2008 Mart ayında başlamıştı. Fotoğrafçı dostlarımla Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te buluşmak için sözleştiğimizde sadece koca bir okyanusu değil aynı zamanda güney yarımküreye de geçecek olmanın heyecanını yaşıyordum.
Uzak olduğum bu kültüre gitmeden önce iyi bir hazırlık yapmam gerekiyor. İç çamaşırı, deodorant’dan bahsetmiyorum. Onları genelde son dakikada hazırlarım. İşe Oya Ayman’ın “Şapkanın Altındaki Kıta” kitabını okuyarak başlıyorum. Ardından Arjantinli şair, öykü ve deneme yazarı Jorge Luis Borges’in birkaç kitabı, İspanyolca eğitim seti, Arjantin filmleri, Che Guevara, Carlos Gardel, Astor Piazzolla, Mercedes Sosa’yla geçen birkaç haftadan sonra İtalya üzerinden Buenos Aires’e uçmak üzere İstanbul’a geliyoruz. Biz diyorum çünkü sonradan bu geziye kuzenim Ali de katılmaya karar veriyor.
Buenos Aires’e vardığımızda bir hafta sonraki Patagonya gezimiz için uçak biletlerini ayırmak üzere hemen hava alanında uçak firmalarını araştırmaya başlıyoruz; ancak tam mevsiminde gittiğimiz için tüm seferler dolu. Sonunda uçak bileti bulabiliyoruz; ama ayrı uçaklarda. Dolayısıyla gezi planlarımızı da değiştirmek ve birbirimizden ayrılmak zorunda kalıyoruz.
Tangonun ve futbolun şehri olan Buenos Aires’te, rengârenk evleri ile eski liman mahallesi Caminito ve Eva Peron’un da mezarının olduğu harika heykellerle bezenmiş Recoleta mezarlığı görülmeye değer yerler arasında. Florida Caddesi ve San Telmo’da sokak ortasında Tango yapan birçok çifte rastlamanız mümkün. Eğer daha fazlasını istiyorsanız yemekli bir gösteriye katılabilirsiniz. Dünyanın en büyük et üreticilerinden biri olan Arjantin mutfağında kırmızı etin çok önemli bir yeri var. Vejeteryan değilseniz kanlı sosis ve kalın bifteklerini yemeğe doyum olmuyor. Buraya kadar gelmişken River Plate ve Boca Juniors maçlarına gitmeden olmaz tabii ki. Maç boyunca fotoğraf çeken benim için aynı şeyi söylemek pek mümkün olmasa da dünyanın en büyük ve en fanatik taraftarlarına sahip bu takımların maçlarında heyecan ve stres doruk noktaya ulaşıyor.
Gezimin Buenos Aires’ten sonraki kısmını Patagonya’ya ayırıyorum. Türkçemizde nerede olduğu bilinmeyen çok uzak diyarlar için kullanılan Patagonya, Buenos Aires’ten bile uzakta. Dolayısıyla uçak dışında bir ulaşım aracı akılcı bir seçim olmuyor. Birçok kişinin yanlış bildiği bir konu ise Patagonya’nın bir ülke olduğunu sanmak. Patagonya tıpkı Orta Doğu gibi bir bölge adı. Arjantin ve Şili ülkelerinin güney bölgesini içine alan toplam nüfusu 2 milyonu geçmeyen; ancak yüz ölçümü Türkiye’den daha büyük bir bölgeden bahsediyorum.
İlk durağım Bariloche, göl kenarında bir tatil kasabası görüntüsünde. Patagonya’nın her yerinde olduğu gibi burada da dağ yürüyüşü en popüler aktivitelerden biri. Bölge hakkında detaylı bilgi almak için devletin turizm ofisine gidiyorum. Trekking için bir rehber aradığımı öğrendiklerinde bana rehbere ihtiyacım olmadığını söylüyorlar. Oradan aldığım bir harita ile yürüyüş rotamı belirliyorum. 3 saatlik bir yürüyüşle Frey sığınağına ulaşmam mümkünmüş. Ertesi gün erkenden kalkıyorum. Belediye otobüsüyle bir köye gidiyorum. Sonra başlasın yürüyüş. 3 saat demişlerdi, çok zor olmasa gerek umuduyla başlayan yürüyüşüm, in cin top oynayan, bir patikanın bile zor seçildiği, çevremde kartallar dışında görünen hiçbir canlının olmadığı göz alabildiğince geniş bir bozkırın ortasına vardığımda endişeli bir hal almaya başlıyor. Moralimi bozmadan fotoğraf çekerek yürümeye devam ediyorum. Arada karşıma çıkan ve üzerinde ne yazdığını tam çözemediğim levhaların bulunduğu yol ayrımlarında içimdeki sesi dinleyerek yola devam ediyorum. Yaklaşık 3 saat olduğunda bir yere varamadığım gibi bir Allahın kuluna da rastlamamış olmam direncimi kırıyor. En kötü ihtimalle geldiğim yoldan geriye dönerim diye düşünürken karşıdan gelen bir yürüyüşçünün doğru yolda olduğumu söyleyen sesi içime su serpiyor. 6 saat sonra hedeflediğim noktaya vardığımda pil reklamında kalitesiz pil kullanıp yerlerde sürüklenen oyuncaklara benziyorum. Geceyi bir kulübede geçirmek zorundayım. Doğası, rakımı, gölü ile burası Denizli’nin Kartal gölünü andırıyor. Benim dışımda birkaç Avusturalyalı ve Uruguaylı var. Ertesi gün Bariloche’ye dönüş yolculuğunu, yeni tanıştığım Avusturalyalı Geoff ile yapıyorum.
Biraz daha güneye, El Calafate’a olan yolculuğumu yine uçakla gerçekleştiriyorum. Buraya gelmemin iki önemli sebebi var: Perito Moreno buzulu ve Torres Del Paine milli parkı. Şehir içinde bu iki noktaya sizi götürecek birçok tur şirketi var. Perito Moreno Buzulu, Calafate’dan yaklaşık bir saat mesafede bulunuyor. Bölgenin yaz ayları sıcaklık ortalaması, 3-12 derece arasında, kış aylarında ise ısı -8 dereceye kadar iniyor. Perito Moreno Buzulu, iki yüz elli yedi kilometre kare büyüklüğü, otuz kilometre uzunluğu, yaklaşık dört kilometre genişliğindeki ön buz duvarı ve gölden altmış metre yüksekliği ile uzaktan anlatılamaz güzellikte bir görüntü sunuyor. Ben uzaktan seyretmekle kalmayıp üzerinde yürümek üzere bir gruba katılıyorum. Bir rehber eşliğinde, özel ayakkabı ve eldivenlerle, yaklaşık 1 saat süren rüya gibi bir yolculuğa çıkıyoruz.
Ertesi gün Torres Del Paine milli parkına gitmek için beni alacak otobüs sabahın çok erken saatinde otelime kadar geliyor. Milli Parka gitmek için Şili’ye geçmek zorundayız. 3-4 saatlik bir yolculuk sonucunda parka varıyoruz. Aslında yürüyerek birkaç haftada dolaşılması gereken bu parka ben ancak arabayla bir gün ayırabilecek durumdayım. Ancak bu parkta tecrübesiz bir yürüyüşçünün başı kolayca derde girebilir. Çünkü hava durumu o kadar kısa zamanda o kadar dramatik bir şekilde değişiyor ki, günlük güneşlik bir hava, bir anda yerini kulakları buz gibi kesen rüzgara bırakabiliyor. 242.242 hektar büyüklüğündeki parkta, iki yüz kırk sekiz kilometre de yürüyüş yolu bulunuyor. 1978 yılında Unesco tarafından Biyosfer Rezervi ilan edilmiş Torres del Paine’de guanako (lamanın bir çeşidi), puma, kartal, tilki gibi hayvan türleriyle karşılaşmak mümkün.
Milli Parktan sonra Calafate’a otobüsle 4-5 saat uzaklıktaki Arjantin’in en meşhur trekking merkezlerinden biri olan El Chalten’e gidiyorum. Şehre uzaktan yaklaşırken gözüme çarpan Fitz Roy dağının zirvesinin fotoğrafını çekmek bu kasabaya yolculuğumun en büyük hedeflerinden biri oluyor. İlk önce bakkalları dolaşarak zirvenin çekilmiş fotoğraflarının kartpostallarını arıyor ve en başarılı fotoğrafların ışığın hangi yönden ve açıyla gelenler olduğunu araştırıyorum. Zirvenin kolay görüldüğü bir tepe bularak buradan güneşi ve ışığın hareketlerini izlemeye başlıyorum. Ertesi sabah güneş doğmadan 1 saat önce aynı tepeye çıkıyor ve güneş zirveyi kırmızı ışığıyla boyamaya başladığında istediğim fotoğrafı çekebiliyorum.
El Chalten’de geçirdiğim 3 gün içerisinde çevredeki göllere günübirlik yürüyüşler yapıyorum. Çevre o denli temiz ki göllerin başında bu gölün suyunu içebilirsiniz diye levhalar var. Kamp yapmak için mükemmel ortamların bulunduğu El Chalten bölgesini tam anlamıyla gezmek için birkaç gün değil birkaç haftanın bile yeterli olmayacağını düşünüyorum.
Kulağımda tangonun, dilimde bifteğin, gözümde eşsiz doğanın, gönlümde dostlarımla geçirdiğim güzel hatıraların tadıyla ayrılıyorum Arjantin’den, bir gün yine görüşmek umuduyla…