“Kahretsin, aklıma da gelmişti.” dedim içimden İstanbul Atatürk Havalimanında ekrandaki Johannesburg uçağım için 2 saat rötarı gördüğümde. Yaklaşık 1 ay önce Güney Afrika’ya bir seyahat organizasyonu yapması için bir seyahat acentesiyle iletişime geçmiştim. Acente yaptığı uçuş planında Johannesburg’dan sonraki varış noktam Hoedspruit’e olan bağlantısız uçağımın kalkış saati ile Johannesburg’a varış saatim arasında sadece 2 saat bırakmıştı. Kendisine bu planın riskli olduğunu söylediğimde ise aldığım yanıt çok kısa ve basitti “Bi şey olmaz.” Benim gibi takıntılı insanlar için küfür gibidir “Bi şey olmaz” cümlesi. “Nereden biliyorsun olmayacağını?” diye sorduğumda ise aldığım yanıt ikinci bir şoktu benim için “Çünkü şimdiye kadar hiçbir sorun olmadı!” O an bir sessizlik oldu telefonda. Bir süreliğine kendi içime döndüm ve tartışmayı uzatıp uzatmamak arasında gidip gelirken içimdeki bir ses konuşmaya başladı. “Hey Serdar, sen olayları abartıyorsun. Belki de bu hayatta nihayi mutluluğa erişenler ‘bi şey olmaz’cılardır, biraz daha hayatı oluruna bırakırsan hiçbir şey kaybetmezsin. Bu kadar kıl olmak zorunda mısın?” Bunu duyan diğer ses hemen lafa girdi “Dikkatli ol Serdar, Murphy yasalarını unutma, üstüne reçel sürülmüş bir dilim ekmek yere düştüğünde mutlaka reçelli yüzü alta gelir.”
Artık olan olmuştu. Muhtemelen Hoedspruit’e olan uçağımı kaçıracaktım. Önemli olan bundan sonra ne yapmam gerektiği idi. Hemen A, B, C ve D planlarımı oluşturmaya başladım.
İlk aklıma gelen doğal olarak bu sorunla da acentenin uğraşması gerektiği idi. Yetkili kişiyi cebinden aradığımda telefonu açmadı. Mesaj attım ancak geri dönmedi. Artık yalnız başınaydım.
Hoedspruit’e gün içerisinde başka uçak var mı diye uçak seferlerine baktım, bulamadım. Bu uçağı kaçırdığımda bir gece Johannesburg’da kalmam gerekiyordu. Bu seçenek benim için hem çok masraflı hem de ertesi sabahki safariyi kaçırmam anlamına geliyordu.
Öyleyse Hoedspruit’e başka bir ulaşım yöntemi daha olabilir miydi? Bu sorunun yanıtını internetten bulamamıştım. Ben de check-in salonunda bekleyen yolcular arasında Güney Afrikalı birilerini bulup sordum. Aldığım yanıtlara göre iki yol vardı ya uçak ya da özel araç. Bunun anlamı araba kiralamak zorunda kalacaktım. Ancak dönüşümü uçakla yapacağım için arabayı orada bırakmam gerekiyordu. Bu hizmeti verebilecek şirket Hoedspruit’teki tek araba kiralama acentesi olan AVIS olabilirdi. İlk planımı yaptım.
Peki ya şansım yaver gider de Hoedspruit uçağı da rötar yaparsa, işte o zaman uçağa yetişme şansım olabilirdi. Ancak bu ihtimali artıracak önlemlerimi önceden almam gerekiyordu. İlk önce Hoedspruit uçağıma internetten check in yaptım ve valizimi İstanbul check-in esnasında teslim etmedim, yanıma aldım ki valiz beklemek için zaman kaybetmeyeyim. Daha sonra uçakta hosteslere koltuğumu kapıya yakın koltuklardan biriyle değiştirmek ve kapılar açıldığında ilk çıkanlar arasında yer almak istediğimi belirttim. Kabul ettiler.
Johannesburg’a vardığımda hızla pasaport kontrolüne doğru giderken bir yandan kalkan uçuşlar ekranlarına bakıyordum. Hoedspruit uçağını beklendiği gibi kaçırmıştım.
Gideceğim otelin Johannesburg’dan uzaklığı yaklaşık 5 saatlik sürüş olduğunu da öğrenmiştim arabayı kiralarken. Hava kararmadan önce otele varmak istiyordum çünkü varacağım bölge Krueger Milli Parkı bünyesindeki bir vahşi yaşam alanıydı. Olabildiğince aceleyle otoparktaki aracımı buldum ve şöför mahaline oturmamla “Kahretsin bu da ne böyle!” diye bağırmam bir oldu. Direksiyon simidi yoktu arabanın. Güney Afrika’da trafiğin sağdan akıyor olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Üstelik, normalde hep otomatik vites araba kullanan ben hiç alışık olmadığım halde bu sefer ucuz olsun diye düz vitesli bir araç kiralamıştım. Hiç bilmediğim bir ülke ve 4,5 milyonluk bir metropolde, sağdan akan bir trafikte, 450km uzakta ormanın ortasındaki bir otele hava kararmadan önce ulaşmam gerekiyordu. O an elimdeki tek güvence ise kiraladığım navigasyon cihazı idi.
Ancak havaalanından çıktığımda navigasyon cihazının aslında doğru çalışmadığından, hem benim bulunduğum noktayı hem de yönümü yanlış gösterdiğinden şüphelenmeye başladım. Neredeyse şuursuzca Johannesburg’un beş altı şeritli otoyollarında ilerliyordum. En zoru sadece sol elimle vitesleri yanlış geçirmem değil aynı zamanda sinyal vermeye çalıştığımda sileceklerin çalışması oluyordu. Sürekli kendime “soldan sür, soldan sür” şeklinde telkinde bulunarak yaklaşık yarım saat nereye gittiğimi bilmeden araba kullandım. Artık şüphelerim doruk noktasına ulaştığında bir kenara çekip bir yerliye yolu sorduğumda aldığım yanıt “Ohooo sen çok uzaklaşmışsın, tamamen ters yöne gelmişsin.” oldu. “Nasıl gideceğim o halde” diye sorduğumda bana verdiği yanıt içerisinde “otoban gişeleri” lafını duyduğumda birden kafamda şimşek çaktı. Gişeler ücretli olmalıydı ve benim yanımda Güney Afrika parası yoktu. Ve bulunduğum noktada paramı bozdurabileceğim en yakın yer havaalanıydı.
Tekrar geri dönerek ama bu sefer sadece levhaları takip ederek havaalanına yöneldim. Levha bulamadığım zamanlarda kırmızı ışıklarda durduğumda yandaki arabaya soruyordum. Bu yolculuğun en zor kısmı ise önüme bir yol ayrımı çıktığında danışacak hiç kimse olmadan ve tereddüt etmeden hızlı bir şekilde net karar vermek zorunda olmam gerekliliğiydi. Yaptığım her hata en az 15 dakikama mal oluyordu. Gerginliğimin tavan yaptığı bir aşamada arabanın içerisinde avazım çıktığı kadar “Başaracaksın Serdar! Yeneceğim seni Johannesburg!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Zamanla yanlış şeritte yol almamak için daha kolay bir yol bulmuştum. Beynime sol şeritten git telkini yapmaktan vazgeçip sadece takip etmeyi hedef belirlediğim araba için “önündeki kırmızı kamyonetin ardından git” şeklinde telkin yapıyordum.
Havaalanına sağsalim vardım ve hemen para bozdurmaya yöneldim. Verdiğim 100 dolara dakikalarca bakan son derece sakin mizaçlı memur, uzun uzun bilgisayarındaki bir formu doldurdu, yazıcıdan yavaş yavaş çıktısını aldı, imzamı istedi ve formu dosyasına yerleştirdiğinde ben sabırsızlığımı beden dilimle karşı tarafa iletmiştim bile. Görevli bana dönüp kaşını çatarak “sinirliyiz galiba!” dedi. Yanıt vermenin o an için hiç bir faydası yoktu.
Daha sonra AVIS’e gidip navigasyon cihazının çalışmadığını söylediğimde ise bana kapatıp açmamı söylediler. Ve cihaz düzelmişti. Yüksek stres altında bile olsam bir bilgisayar mühendisi olarak bu kadar basit bir çözümü gözden kaçırmış olmamdan dolayı kendimden utandım doğrusu.
Hoedspruit’e olan yolculuğum birkaç saatlik gecikmeyle bu sefer gerçekten başlamıştı. Uzun bir yolculuktan sonra otele varmama daha bir saat vardı ve hava kararmıştı bile. Doğal yaşam alanının nizamiyesini zor da olsa buldum. Kapıdaki görevli beni durdurdu, nereye gittiğimi öğrendikten sonra beni uyardı. “Orman bölgesindeki yolculuğun boyunca levhaları takip et, arabanı durdurma ve kesinlikle araçtan inme çünkü şu sıralarda etrafta yırtıcılar olabilir.” Yolculuk boyunca başıma gelebilecek olası aksilikleri kendime dillendirmeyerek düşüncelerimden uzaklaştırmaya çalıştım.
Yarım saat sonra otelimi bulduğumda beni karşılayan görevli şaşkınlıkla bana ve arabama bakıp “Johannesburg’dan yalnız başınıza yola çıkıp bu saatte buraya nasıl bulabildiniz?” diye sorduğunda derin bir nefes alıp “Evet, sanırım biraz yorucu olduğunu söyleyebilirim” diye cevap verdim. Nasıl oluyorsa mutlu sona ulaştığında insan yaşadığı bütün zorlukları bir anda unutuveriyor.
Odama yerleşip yatağıma uzandığımda “Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.” diyen Murphy kanunlarını düşündüm tekrar. Oysa Johannesburg’dan bu noktaya gelinceye kadar o kadar çok şeyin son derece ters gitme ihtimali vardı ki.