Denizli Kız Meslek Lisesi’nin tuvaletinde sıra beklerken “Naber Serdar” diye bir sesle irkildim. Çünkü o anda aklım biraz sonra gireceğim ÖYS’de (Üniversite’ye giriş ikinci basamak sınavı) idi. Kafamı çevirip baktığımda hemen tanıdım. “İyiyim, sen nasılsın?” diye yanıtladım. Aslında gereksiz bir soru idi, çünkü her halinden iyi olduğu belli idi. Onun için üniversiteye giriş sınavı sadece bir formaliteden ibaretti sanki. Burada bulunmasının sebebi de o formaliteyi bir an önce yerine getirmekti. Ben ise öylemiydim ya, zaten birinci sınavda yaşadığım aşırı anksiyeteden dolayı sindirim sistemimi bozmuştum. İkinci sınav daha önemliydi, bunda da aynı şeyin başıma gelmemesi için bir gün öncesinde yediklerime çok dikkat etmiştim ama acabalar hep aklımı kurcalıyordu. Ayak üstü kısa süreceği baştan belli olan bir sohbete başladık. Robert kolejini bitirmiş. Boğaziçi İşletme okuyacağım dedi. Birinci tercihiymiş. Belki de ikinci tercihleri olmamıştı hiç hayatında. Beni de sordu kibarlıktan. Ben de anca matematiğe kafam bastığı için bilgisayar, elektronik mühendisliği gibi bölümleri yazdığımı söyledim. Sonra birbirimize başarılar diledik. O gün Osman’ı son görüşümdü. Gerçekten de dediği gibi Boğaziçi İşletmeyi birincilikle kazanmıştı. Ama bunu hiçbir zaman öğrenemedi. Yaz tatilinde geçirdiği bir trafik kazasından sonra hayatını kaybetti.
İlkokulda 4 yıl boyunca aynı sınıfta okumuş, aynı sıraları paylaşmıştık. Onunla ilgili en canlı anım yapmaya çalıştığımız zihni sinir projeleridir. Bir gün hayatımızı daha heyecanlı kılmak için buharla çalışan arabalar yaparak bunları yarıştırma fikri ortaya atıldı. Muhtemelen Osman’dan çıkmıştır bu fikir de. Biz Osman’la ikimiz bir takım olmuştuk. Sandoz kutusundan arabanın kazanı, serum hortumundan da buhar geçecek boruları yapıldı. Tüm malzemeleri de oyun hamuruyla birbirine yapıştırıyorduk. Aslında bu projenin hayata geçme ihtimalinin olmadığını biliyordum ancak Osman’la zaman geçirip, hayaller kurmak hoşuma gidiyordu.
Onun kaybı ailesi başta olmak üzere hepimizi derinden yaraladı. Haberi duyduğumda göğe doğru bakıp “Ama bu hiç ama hiç adil değil” dediğimi hatırlıyorum.
20 yıl sonra bir gün Bayramyeri Ziraat Bankası Şubesi’nde müşteri temsilcisiyle dünyevi bir meseleyi konuşurken, muhtemelen aynı amaçla orada olan karşımdaki orta yaş üzeri hanım bana bakarak “sen Nurel’in oğlu musun?” diye sordu hafif bir tebessümle. “Evet” dedim, şaşırmış bir şekilde. “Siz kimsiniz?” diye sormadan önce biraz hafızamı zorlamıştım ama nafile. “Osman’ın annesiyim” deyiverdi. Ardından aslında sadece birkaç saniye süren fakat bana dakikalarmış gibi gelen sessizliği kendi sesimle bozdum, aynı buruk gülümseyişle. Başka söyleyecek bir şey aklıma gelmediği için midir, yoksa cesaret edemediğimden midir bilmiyorum, sadece “arkadaştık” sözü çıktı ağzımdan.