Fotoğraf © Serdar Yağcı
16 yıl önceydi, Üniversite’yi yeni bitirmişim. Dostum Burak’la kısa bir süre Denizli’de yazılımcılık maceramızdan sonra eniştemin de ısrarları üzerine bir an önce askerliğe başvurmaya karar vermiştim. Ancak daha öncesinde bir yerleri gezmeliydim. Üniversite döneminde okuduğum birçok parapsikoloji kitaplarının da etkisiyle hindistan ve nepal bölgesine olan merakım iyiden iyiye artmıştı. O günlerde Cüneyt’in verdiği Lonely Planet’in Nepal kitabını baştan sonra okuduktan sonra kendi başıma bir uzak doğu gezisi yapabileceğime olan inancım artmıştı. Annem bu durumuma endişeyle yaklaşsa da eniştemin destekleriyle böyle bir geziye çıkmam konusunda izin çıktı. 1996 yılının eylül sonunda Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye dönüşü açık tek gidişlik bir bilet, sırt çantası, uyku tulumu ve emektar fotoğraf makinemle yolculuğuma başladım.
Yeni Delhi Hindistan’ın başkenti, 321.883 şehir içi nüfusu ile yerleşim alanı olarak nüfusu 17.753.087 kişidir (1 Ocak 2006 verilerine göre). 1912-1947 arası Britanya Hindistanı’nın başkenti olmuştur. Bundan sonra Hindistan bağımsız olunca yine başkent olarak kalmaya devam etmiştir.*
Yeni Delhi havaalanına indiğimde gece yarısı saat 03:00 idi. Bundan sonra ne yapacağımı, nerede kalacağımı bilmiyordum. Havaalanındaki danışmadan kendime o gece için kalacak yer ayarladım. Bir taksiye bindim. Issız bir sokakta durduğumuzda taksici eliyle karanlık bir binanın içerisini gösterdi. O gece o pansiyonda uyuyabildiğimi hatırlamıyorum. Ama sabah erkenden sokaklara çıkmıştım. Benim o tuhaf, endişeli, aranıp duran bakışlarımı sezen çakal seyahat acentelerinden birinin sahibi kolumdan tuttuğu gibi ufacık dükkanının içine aldı. 1 saat içerisinde seyahat rotam belli olmuştu. Agra, Varanasi, Jaipur, Katmandu ve Delhi. Tren ve uçak biletleri hazırlandı. Bir de şöför ve araba ayarlanmıştı. Tüm bunlar için kazık yediğimden emindim ama yine de Türkiye’ye göre çok az ödediğimi hatırlıyorum.
Yola çıkmak için hiç beklemedik. Kısa boylu, incecik, kara kuru bir adam, küçücük Tata marka hint arabasıyla yarım saat sonra dükkanın önünde durdu ve hadi gidiyoruz dedi. Gezimin bundan sonrası için geçen her dakikada olayların gelişme sürecine hiçbir etkimin olmadığını hatırlıyorum. Yolculuğumuzun ilk birkaç saati Hindistan’da arabaların sağdan mı yoksa soldan mı gittiğini anlamakla geçmişti. Aslında ne yalan söyleyeyim şimdi bile hatırlamıyorum.
Kalacağımız şehre akşam vardığımızda şöför beni güzel bir lokantaya bırakır, kendisi ayrı bir masada dışarıda yemek yerdi. Birkaç kere davet etmeme rağmen benimle sohbet etmektense o lokantadaki arkadaşlarıyla beraber olmak istediğini anladım ısrar etmedim. İnanılmaz köri soslu vejeteryan yemeklerinin tadı hala ağzımda. Her yemeğin yanında o anda fırından çıkmış, arasına tereyağı sürülmüş bizim şipite benzer bir ekmek de yanında servis ediliyordu. Hindistan’da hiç aç kalmadım. Her yemekten önce elime tutuşturdukları kalın kitaptan, yani menüden, 35. ile 46. sayfa arasındaki tavuk etli yemek seçenekleri benim favorilerimdi.
Hindistan’a gelme sebeplerinin başında hint kültürüne olan merakımdı. Hinduizm ve budizm konularında okuduğum onca kitaptan sonra belki bir aşramda bir guru ile tanışır ve bana söyleyeceği bir cümle ile hayatım değişirdi. Ne hayaldi ama! Şöförüme bu düşüncelerimi anlattıktan sonra yol üzerindeki birkaç aşramda durarak beni oradaki insanlarla tanıştırmaya söz verdi. Ancak beni yaşayacağım hayal kırıklığı konusunda da uyardı.
Aşram antik Hindistan’da orman içinde ya da dağda, bilgelerin dünyanın telaşından uzak, huzur içinde yaşadıkları yerlere verilen Sanskritçe bir addır. Bu yerler inzivaya çekilmek için kullanıldığı kadar eğitim için de kullanılır. Dolayısıyla aynı sözcük guru ve öğrencilerinin yaşadığı ve ustalarının öğretilerini izledikleri yerler için de kullanılır.**
Nitekim birisinde durduk, aşramın girişinde beni karşılayan sakallı adamın ilk sözü “Para” oldu. Hepsi bu mudur? Yani dedim kendi kendime. Sen kalk gel Türkiye’den, Hindistan’ın bir köşesindeki bir aşrama gir ve adamlar seni görünce “para” desin. Bumuydu beni aydınlığa kavuşturacak sihirli kelime. Tekrar yola koyulduğumuzda şöförüm bana seni uyarmıştım der gibi bakarak gülümsedi. Birkaç gün sonra, yine asfalt fakat dar ve tozlu yollarda ilerlerken birden arabayı kenara çekti ve bana dönerek şimdi seni gerçek bir guruyla tanıştıracağım dedi. Beklentim, haşmetli bir binanın içinde hızır aleyhisselam gibi bir adamdı tabi ki. Ama karşımda bir deri bir kemik, üzerinde don yerine giydiği bi bez parçasından başka hiçbir şeyi olmayan, küçücük, tek göz, karanlık bir klübede yaşayan bir adamcağız çıktı. Evet sakalı vardı tabiki ama onun lafını dinlesinler diye uzatmadığı belliydi. Etrafta ise yine onun gibi çelimsiz ve çıplak birkaç müridi ise yol kenarında meditasyon yapıyorlardı. Yanına gittiğimde ilk önce beni kucakladı ve o an için tek sahip olduğu etraftaki kuş yumurtalarından yaptıkları bir çeşit besinden bana ikram etti. Ayıp olmasın diye aldım ve yine aynı sebeple yedim. Ne zaman para isteyecek diye beklerken, sadece gülümsedi. Öğrendim ki orada yol kenarında çıkan otlarla besleniyorlarmış ve gün boyunca meditasyon yapıyorlarmış. Üstlerinde don yerine giydikleri bez parçasını saymazsak bu insanların sahip oldukları tek şey kendi varlıklarıydı. Nüfus cüzdanları yoktu. Başka bir deyişle, dünyanın geri kalanı açısından varlıklarıyla, yoklukları arasında bir fark yoktu.
O gün sözlü iletişim kuramamıştık ama o buluşmadan sonra “aslında neye sahibiz?” sorusunu sormayı öğrenmiştim, bir de öğrenmek için sihirli kelimelere ihtiyaç olmadığını.