Fotoğraf © Serdar Yağcı
Bu yazı “Karar Vermek” adlı yazımın devamı niteliğindedir.
Varanasi’deki otel odama yerleştiğimde, rutubeti alması için çalıştırdığım klima bir dizel motor edasıyla homurdanarak çalışmaya başladı. Yatağa sırtüstü uzanmış kendimi dinlerken tavandan aşağıya doğru süzülen şimdiye kadar hiç görmediğim bir böcek dikkatimi çekti. Bu seyahatimde şikayet etmemeye karar verdiğim için bu durumu kafama takmadan usulca uykuya daldım. Resepsiyondan öğrendiğim bilgiye göre yarın sabah saat 5 sularında kalkıp hacılarla beraber nehir kenarına yürüyecektim.
Varanasi, Hindistan’ın Uttar Pradeş eyâletinde bir şehir. Hindularca kutsal sayılan Ganj nehrinin yanında yer alır ve binlerce yıldır burada ibadet etmek için ülkenin her yanından gelenleri misafir eder. Varanasi, Tanrı Şiva Vishwanat’ın (Varanasi’nin koruyucu tanrısı) şehri olarak bilinir; Hinduizm’in en kutsal yerlerinden biridir. Birçok inanan, aynı zamanda geleneksel Hindu kültür ve bilim merkezi olan bu şehre 2.500 yıldan bu yana hac için gelir. Varanasi, dindar Hinduların özellikle tercih ettikleri yerdir. Orada ölmeyi ve öldükten sonra yakılıp küllerinin oraya atılmasını isterler.*
Kalabalığın arasında dualar eşliğinde nehre doğru ilerlerken o gün nelerle karşılacağımla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Ganj’a yaklaştığımızı, kalabalığın ve kesif kokunun artmasıyla anlıyordum. Nehir kenarı mahşer günü gibiydi. Dua edenler, meditasyon yapanlar, nehrin suyunda yıkananlar; kısacası herkesi bir ibadet telaşı sarmıştı. Nereden geldiğini anlamadığım duman ve sabahın henüz kaybolmamış sis tabakası birleşince ortaya çıkan buğulu atmosferin tadını çıkarmak için bir köşeye oturmuş, sabah ışığının hareketlerini gözlemliyordum. Kendime geldikten sonra, kesif kokunun ve dumanın kaynağının Varanasi’de ölen dindar hinduların cesetlerinin yakılması sonucunda oluştuğunu anladım. Ceset tutuştuktan sonra katafalk gibi bir şeyin üzerinde, nehir boyunca yanarak önümüzden geçiyordu.
Bu kanımı donduran sahneden iki üç köpeğin on metre ötemde hırlayıp havlaması sonucu uyandım. Sıska ve kara kuru köpekler bir şeyi paylaşamayıp başında kavga ediyorlardı. Dikkatlice baktığımda tam yanamamış bir cesedin bacağından bir parça olduğunu fark ettim. Köpekler parçayı sudan çıkarınca ortalığı yoğun bir leş kokusu sardı. Tüm bunlar olurken etrafımdaki kalabalık istifini bozmadan, huşu halinde, bir gün Varanasi’de ölmek umuduyla ibadetlerine devam ediyordu.
Turistleri gezdirmek için kıyıya yanaşan kayıklardan birine atladım. Tüm sahneyi bir de nehirden görebilmek için iyi bir fırsattı. Kayıkta yanımda oturan hindu bir adam suyun aslında kutsal olmasından dolayı ne kadar temiz olduğunu bana ispatlamak için elini nehre daldırıp aldığı bir avuç suyu ağzına aldı.
Bana o zaman çok garip gelen bir durum da ibadet edenlerin arasında sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu bir Avrupalının da olmasıydı. Üzerine geçirdiği bir çarşafla yalın ayak halde nehir kenarına gelmiş, tıpkı Hindular gibi nehrin suyunda yıkanıyordu.
Her ne kadar bizim algı ve hijyen sınırlarımızı zorlayan sahnelerle karşılaşmış olsam da orada bulunan herkes yaşamla ve onun en kaçınılmaz gerçeğiyle son derece barışık bir haldeydiler.
Ve ben o gün ilk kez, ölümü bu kadar yakın hissettim yaşama.