Ben 1970 yılının yazında doğduğumda yani bu yazıdan tam 42 yıl önce Rusya’nın birçok bölgesinde kurulmuş nükleer reaktörler elektrik üretmekteydi. Bu reaktörler genel elektrik şebekesine bağlıydılar.
26 Nisan 1986’da Kiev’in 130 kilometre uzağındaki Çernobil Nükleer Enerji Santralinin 4 numaralı reaktörünün tonlarca ağırlıktaki kapağı bir gazoz kapağı gibi fırlayıp gitti. Uranyum dioksidin kullanıldığı nükleer bir reaksiyonun nasıl bir şey olduğunu gözleri ile gören insanlar oldu. İnsanlık tarihinin en büyük nükleer kazasını dünya ancak 30 nisan günü öğrenebildi. Kayda geçmiş, gizlenmiş, bilinen ve bilinmeyen, isteyerek ya da istemeyerek bu facianın kontrol altına alınmasında görev yapan o kadar çok insan öldü ki… Çıkan yangın ile oluşan radyoaktif bulutlar Rusya’nın ve Avrupa’nın üzerine yağmurlarla yağdı. Hiçbir şeyin farkında olmayan çoluk çocuk binlerce insan bir şekilde bu kirlenmeden dolayı acı çekti, öldü, hastalandı.
Bu santral bir ışığın pervaneleri çekmesi gibi bağladı beni kendine. Öyle böyle değil. Hem hayranlık, hem korku, hem merak, hem heyecan, hem üzüntü… İşte bu yazımda size biraz bu tutkumdan ve hayranlığımdan bahsetmek istiyorum.
Bu ilgim sadece nükleer santrale değil. Bununla birlikte Ruslara, bilime, ileriyi gören insanlara, bilim adamlarına, zekaya… Ama anlatmaya başlamak lazım artık. Devam etmeden açık ve seçik olarak beyan etmeliyim ki her bir hücremin son atomuna kadar nükleer enerjinin karşısındayım.
Radyoaktif özelliğe sahip bir atom enerjisini boşaltıp kurşuna dönüşmek ister. Bu esnada radyoaktif bir ışınım yapar. Dışarıya enerji ve ısı verir. Sağa sola nötron fırlatır. Bu nötronları alan bir başka radyoaktif atom da aynı dönüşüme daha kolay ve hızlı başlayacaktır. Bu zincirleme reaksiyon sürer gider. Belli bir miktardaki radyoaktif maddeyi bir anda bu işeme tabi tutarsanız atom bombası yapmış olursunuz işte. Peki bu dönüşümü çok yavaş bir şeklide kontrol altında tutarak yapabilir miyiz? Açığa çıkan ısı ile suyu kaynatabilir miyiz? Bu suyu buhar tribünleri aracılığı ile bir jeneratöre bağlayıp elektrik elde edebilir miyiz? Elbette. İşte size bir nükleer reaktör. Basitmiş değil mi?
Yazımın başına dönelim.1970 yılında Ruslar bunu kullanmaya başlamışlar.1958 yılında kapattıkları reaktörler var. Araştırma ve gelişmesi ne kadar sürer?10 yıl? 20 yıl?
Havaya uçan reaktörün hızını ölçen bir sistem var.4000 adet veriyi topluyor ve değerlendiriyor.15 dakika içinde bu döngü tamamlanıyor. Bu sitem bize o anda reaktörün hangi güçte çalıştığını söylüyor.4000 veri demek 4000 sensör demek. Bunları işleyip sonuca varmak demek bir bilgisayar demek. Bu bilgileri birbiri ile ilişkilendirip yorumlamak bir yazılım demek. Bir reaktör kalbinden veri alacak sensörü yapmak kağıt katlama sanatı olmasa gerek. 1970 yılında ve öncesinde internet yok. Bilgisayar yok. Bilgi ağı yok. Monitör yok. Bir bilgiye ulaşmak bugünkü kadar kolay değil. Bilmem kaç derece sıcaklığa dayanıklı kablo yok. Danışılacak kimse yok. Bu işi daha önce yapan olduysa bile size adını bile söylemeyecektir.
Böyle bir santral için bize ne lazım? İnşaat mühendisi, kimya mühendisi, doktor, fizik mühendisi, matematik mühendisi, makine mühendisi, nükleer mühendis, elektrik mühendisi, elektronik mühendisi, ziraat mühendisi, mimar, enerji mühendisi, endüstri mühendisi, meteoroloji mühendisi, yazılım mühendisi, jeoloji mühendisi, hidrojeoloji mühendisi… Bunları yetiştirecek üniversiteler… Bunların ürettiklerini bir araya getirecek bir zemin. Bunları üretmeye, daha önce olmayan bir şeyi tamamen kör ve ışıksız bir ortamda yapmaya motive edecek bir akıl. Nasıl hayranlık duymayayım? Çernobil’ in patlamış yakıt tüplerini yerden elleri ile toplayan insanlar öldüler. Ama bu santral elektrik üretmeye başlamadan neler oldu? Kimler öldü? Ne kazalar, ne olaylar yaşandı diye sormaz mı insan?
Grafit moderatörlü hafif su soğutmalı bir reaktör yapmışlar. 1970 yılında çalışır halde. Ne demek bu cümle? 40 yıl sonra biz bunu anlamakta zorlanırken bu inşa edilmiş çalışmış. O halde biraz reaktörü anlatayım. Belki siz de hayran kalırsınız.
İçinde tam 190 ton Uranyum Dioksit var. Bu yakıtımız. Yani parçalanarak ısı üretecek madde bu. Zirkonyumdan yapılmış basınç tüpleri içine yerleştirilmiş durumdalar. Neden Zirkonyum? İçinde su kaynayacak. Korozyona dayanıklı olması lazım. Bu tüpün içine 270 santigrat derecede soğutma suyu girecek. Reaktör kalbinin tepesinden 70 atmosfer basınçta 286 derecede fokurdayarak çıkacak. Buhar ayırıcılara gidecek ve burada içindeki su damlacıklarından ayrılacak. Daha sonra buhar tribünlerini çevirip tekrar soğutma suyu olarak reaktör kalbine gelecek. Arada 16 derecelik bir sıcaklık farkı var. Soğutma suyu olarak 270 santigrat derecede sudan bahsediyoruz. Bu su kaynamadığına göre basınç altında tutulmalı değil mi? Şimdi reaktör kalbini ve nükleer reaksiyonu tamamen bir kenara bıraktım. 1970 yılında suyu 270 santigrat dereceye kadar ısıtıp kaynatmadan tutacaksınız, bu suyu bir ısıtıcıdan geçireceksiniz. Isısı 286 derece olacak. Bu noktadan sonra kaynamasına izin vereceksiniz. Sonra tekrar 270 santigrat derecede su haline getireceksiniz. Kağıt kalem ile elinizde bilgisayar olmadan bana bunun çizimini ve hesabını yapın. Sonra borularını yapın, sonra pompalarını yapın. Bu sistemin içine sensörler yapın. Bunun elektrik tesisatını yapın. Beslemesini yapın, yedek pompasını yapın… Gidip alamıyorsunuz. Dikkatinizi çekerim. Her bir vidasını, kablosunu, pistonunu kendiniz yapıyorsunuz.
Devam edelim. Bu su radyoaktif. İçinde dolaştığı pompaların, buhar tribünlerinin bakımları nasıl yapılacak? Çılgınca bir basınç altında sürekli dönen bu tribünler nasıl sökülüyor, nasıl takılıyordu? Kağıt kalemle çizim yaparken bunları da düşünün lütfen. Sızdırmazlık ve dayanıklılıkları önemli. Birde arıza şansı yok. Pompalar bozulursa ocağın altını hemen kapatamazsınız. Kazadan sonra Çernobil’de sağlam olan 1, 2 ve 3 numaralı reaktörler çalışamaya devam ettiler. Kaza olmasın varsın. Bu sistemi nasıl izole ettiniz? Hangi bilgi ile? Bu bilgileri nasıl biriktirdiniz?
Bana bol su gerekecek. O zaman Pripyat nehrinden bir kol ayıralım ve 22 kilometrekarelik bir yapay gölet yapalım lütfen.
Yakıt olarak kullanacağımız uranyum dioksit (UO2) şu an dünyada 2 ya da 3 ülke tarafından yapılabiliyor.(Şu anda, 2012 yılında)
Kazanın olduğu anda sadece Çernobil’de dört reaktör hali hazırda çalışıyorken bir diğer dört tanesi de inşa halinde idi.
Lafı uzatmayayım. Pek bir övünerek bahsettiğimiz ilk milli arabamızı nasıl yaptığımızı hatırlayalım yeter. İddia ediyorum şu içinde bulunduğumuz anda tamamen milli kaynaklarımızı kullanarak böyle bir reaktörü inşa etmemiz mümkün değil. 40 yıl sürse bile mümkün değil. Çevremdeki mühendis arkadaşlarım bunları anlattığımda bana şunu söylüyorlar: Şu anda bu bilgiyi hazır olarak satın almak kesinlikle daha mantıklı ve ucuz. Böyle bir çabaya gerek yok. Ben de onlara diyorum ki şu an neler kaçırıyoruz? Şu an kim neler üzerinde çalışıyor? Kim neyin araştırmasında ve geliştirmesinde…
Kim hangi insanları hangi işler için eğitiyor, geliştiriyor?
İlk kısım için bu kadar yeter. Belki gelecekte biraz da kazadan bahsederiz.
Sevgiler, saygılar..
(fotoğraf www.pripyat.com adresinden alınmıştır)
Sevgili Müjdat Bey,
Sizinle tanıştığımız ilk günden itibaren sizdeki espri yeteneği dikkatimi çekmişti. Öğrenme merakınız da ayrıca dikkatimi çeken bir başka tarafınızdı. Konuşmalarınızı büyük bir zevkle dinlerken yazmaya yazgılı biri olarak “neden yazmıyor?” sorusunu kendime sormaktan da geri durmuyordum. Denfot mesaj ağında paylaştığınız yazılarınız bir zeka pırıltısının en güzel göstergelerindendi. Ve nihayet yazılarınızı okuma mutluluğuna eriştim. Umarım devamı gelir ve biz de mutluluğumuzu sürdürme şansını yakalarız. Ayrıca Serdar Bey’e de teşekkür etmek lazım, sizi yazmaya ikna ettiği ve sitesinin sayfalarını size açtığı için. Yeni yazılarınızı merakla beklediğimi bilmenizi isterim. Kaleminize kuvvet. Daim muhabbetle…
Yaşları çok küçük rus çocuk-askerlerinin Sibirya’da kar altına gizlenmiş iki kat branda arasında günlerce hiç hareket etmeden hayatta kalabildiklerini belgeselde izlemiştim. Bunun inançla ilgili olduğunu ve onların bir reaktör yapmaktan çok daha fazlasına hep birlikte inandıklarını düşünüyorum. Keyifle okudum. Bu güzel yazı için teşekkür ediyorum.