Fotoğraf © Serdar Yağcı
Daha ilkokula bile başlamadığım yıllardı. 1978 yazı. Denizli’de telefonların 4 haneli olduğu dönem. Evimizde kocaman bir telefon vardı. Hani şu ahizesi bir kilo ağırlığında, numaraları çevirmek için bir kadranı parmağınızla döndürmeniz gereken türden. Şimdiki gibi birisinin sizi telefonla araması veya bizim bir yeri telefonla aramamız sık karşılaştığımız olaylardan değildi. Telefon çaldığı zaman bütün ev telefonun sesiyle çınlar, çocuklar sevinçle teknolojik bir aletin kullanım anına tanık olacakları sevinciyle yerinden zıplarken, büyükler de birbirine endişeli bir ifadeyle bakıp “hayırdır” diyerek telefona doğru hızlı adımlarla yönelirlerdi.
Annemlerin evde olmadığı bir gün. Birden telefonun sesi evde çınlamaya başladığında, işte dedim, beklediğim an. Yerimden ok gibi fırlayıp, ahizeye kulağıma götürdüm ve büyükleri taklit ederek “Alooo” dedim. Karşıda genç bir adamın sesi “Seray sen misin?”
“Hayır, ben Serdar”
“Ben Yağcıların kızını aradım. Adı Seray”
“Bizim evde kız yok, hep erkek çocuk var. Benim adım da Serdar”
“Seray sensin değil mi?”
“Hayır, ben Serdar”
“Seray, seni isteticem.”
Çaat. Telefonu kapattım. “Deli midir nedir yaa!”
Akşam bizimkilere konuyu açtığımda gülüp geçtiler. Ama delikanlı aşkında o kadar ısrarcıydı ki her gün düzenli olarak aramaya devam ediyordu. Kimi zaman telefona ben çıkıyorum, kimi zaman da annem çıkıyordu. Ne kadar dil döksek de elde ettiği bilgilerin tamamen yanlış olduğuna ikna edemiyorduk. Genç aşık bir türlü evin bir kızının olmadığına, benim aslında küçük bir oğlan olduğuma inanmıyor, adımın da Seray olduğunda ısrar ediyordu. Bir süre sonra aramızdaki çarpık ilişki benim için ilginç bir hal almaya başlamış, bu genci her seferinde terslemek yerine sohbet etmeye başlamıştım. Adını, nerede çalıştığını, ailesini ve hayatı hakkındaki diğer detayları öğrenmiştim. Bana hayallerinden bahsetmeye başlamıştı. Annesinin düğün için ayırdığı bir para varmış. Düğün konusunda telaş etmemize gerek yokmuş. Şoförmüş, patronunun arabasını kullanıyormuş ama çok yakında kendi arabasını alıp kendi işini yapmak istiyormuş. Çaybaşı’nda bir ev bakmış bizim için geçen gün, çok uygunmuş. Çoukları da çok severmiş. Genç adam bana kendini beğendirmek için elinden geleni yapıyor, her seferinde aşkını açıkça ilan etmekten de geri kalmıyordu. O kadar alışmıştım ki bu aşığa bir gün aramadığında “Annecim, bugün aramadı neden acaba? Başına kötü bir şey gelmiş olmasın” diye endişe bile ettiğim oluyordu. Bir akşam, komşumuz olan Ümran Halam ve eşi Erol Abi bizim evdeyken konu bu telefon muhabbetlerine geldi. Erol Abi “Aaa ben o adamı tanıyorum.” demesin mi. Bir dahaki arayışında Erol Abi ile konuşmasını sağlayabilmek için bir plan yaptık. İstediğimiz saatte beni aradığında telefonu Erol Abi açtı. Bozuntuya vermeden, onu Seray’la tanıştıracağını, artık bu ilişkinin telefonlar üzerinden yürütmenin bir anlamı olmadığını ifade etti. Ertesi gün evimizin 100 metre ötesinde bulunan eski Zafer Gazozu fabrikasının karşısında saat 13:30’da buluşmak üzere randevulaştık. Bu buluşma, telefonlarda Seray adlı hayali şahsiyet üzerinde uydurduğum hikayelerin ve aşık bir gencin ruh halini tahlil etme fırsatlarının da son bulacağı anlamına geliyordu. Öte yandan bu gencin bir gün nasıl olsa öğreneceği bir gerçeği geciktirmenin kime ne faydası olabilirdi.
Saat tam 13:30’da yeni yıkanmış ancak ikinci el mavi bir Murat 124 önümüzde durdu. İyi giyinmek için özen gösterdiği her halinden belli, 18 yaşlarında, ince, uzun boylu, esmer bir delikanlı arabanın içinden çıktı. Ben Erol Abi’nin elinden sıkıca tutuyorum. Çünkü bana öyle tembihlenmişti. Genç ilk önce Erol Abi’yle göz göze geldi. Selamlaştılar, tokalaştılar. Gencin etrafta bir kız olmadığını farkettiği andan itibaren yüzünde başlayan endişe beni de gördükten sonra hat safhaya ulaşmıştı. “İşte” dedi Erol Abi. “Senin Seray’ın bu”. “Ama benim adım Serdar” diye ekledim hemen. Delikanlı bana baktı, baktı, baktı. İlk önce çivit mavisi, iki katlı bahçeli bir ev, sonra bahçesinde oynayan çocuklar ve en sonunda da güzel eşi Seray’la birlikte geçireceği mutluluk dolu yıllar bir duman gibi dağılıp gitti zihninden. Çare bulunmaz bir hayal krıklığının sardığı sessizliği Erol Abi’min “Hadi bakalım, bir daha da rahatsız etme” sözleri böldü. Genç adam hiçbir şey söylemeden arkasına döndü, usulca bindi arabasına ve uzaklaştı.
Eve döndüğümüzde, annem merakla “Ne oldu?” diye sordu.
“Bitti” dedim sadece. Başım önde, kimseye bakmadan geçtim odama.
Süper ya, gülmekten öldüm. 🙂
Güldürdüysem ne mutlu 🙂
Serdar’cığım muhteşem keyifli bir yazı olmuş. Uzun zamandır böyle güldüğümü hatırlamıyorum.Ellerine sağlık.
Müjdatcım, inanır mısın? Bu yazıyı yazarken komik olması niyetiyle yazmamıştım. Bilakis olay bana gencin yaşadığı hayal kırıklığından olsa gerek hüzünlü gelmiştir hep. Ancak okuyan herkes bu olayı eğlenceli buluyor. Belki de hüzün ve neşe aynı kökenden geliyordur.