Fotoğraf © Serdar Yağcı
Bu yazı “Hindistan’daki Son Günlerim“ adlı yazımın devamı niteliğindedir.
Yani Delhi Uluslararası Havaalanı’nın kapısında uzun boylu, pala bıyıklı, türbanlı bir sih beni “Bilet lütfen” diyerek durdurdu. Kendisine uzattığım bilete bakıp “Uçağın kalkmasına daha 7 saat var. Çok erken gelmişsin. Giremezsin!” dediğinde başımdan aşağı kaynar su döküldüğünü hissettim. Ama gerçekten dökülmüştü çünkü dışarıdaki sıcak hava ve rutubet dayanılacak gibi değildi. Zaten sorun, içerisinin klimalı olmasından dolayı, bunalan hintlilerin gerekli gereksiz havaalanına doluşmasıydı. Bu durumda güvenlik görevlisine karşı, batı ülkelerinde hiçbir işe yaramayacak, genlerimizden gelen özellikleri devreye soktum. Yani “Ne olur girsem, bir şeycik olmaz, hadi ama lütfen” tarzında yalvardım. İşe yaradı ve girdim.
1 ay önce başladığım Hindistan ve Nepal yolculuğum artık sona ermişti. Abu Dabi, Bahreyn üzerinden İstanbul’a kadar çok uzun sürecek bir yolculuk beni bekliyordu. Umurumda değildi, çünkü bizimkileri çok özlemiştim. 1 ay boyunca Türkiye’yi birkaç kez arama çabam olmuştu ancak bir türlü düşürememiştim. Sadece 1 kere kısacık bir konuşma yapmıştık. Benim ne zaman geleceğimi ve nerede olduğumu bilmiyorlardı. İnternet ve cep telefonu gibi teknolojiler de yoktu.
Abu Dabi havaalanında bir sonraki uçak için 14 saat beklemem gerekiyordu. İstanbul’a vardığımda ise yolculuğa çıkalı neredeyse 24 saati geçmişti. 1 ay boyunca tek kelime Türkçe konuşmamıştım. Türkçe konuşmayı bile o kadar çok özlemiştim ki bir fırsat olsa da birisi bana Türkçe bir şeyler söylesin diye herkesin gözünün içine bakıyordum. Taksim’e gitmek için havaalanı servis otobüsüne bindim. Sırt çantamla beraber otobüsün koridorunda şaşkın şaşkın nereye nasıl geçeyim diye düşünyordum ki “Hey, sen, geçsene lan bi yere, bekleme yapma!” diye şoförün bana doğru kızgın bir ifadeyle bağırdığını duydum. Normalde sinir bozucu bir davranış olsa da o an için kendi dilimden bu sesler bana o denli mutluluk verici olarak kulağımda çınlıyordu ki şoföre dönüp “Senin o lan diyen dilini seveyim” diyesim geldi.
Taksim’e vardığımda sanki benim gelişimi bekliyorlarmış gibi harika bir havai fişek gösterisiyle karşılaştım. 29 Ekim 1996 akşamıydı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 73. yaş günüydü. Bir hayalim vardı ve gerçekleştirmiştim.
Yazarın Notu: 8 bölümden oluşan Hindistan ve Nepal seyahatimi anlattığım anılarım bu yazımla son buldu. Bu seyahatim 16 yıl önce oldu. Yazmaya başlamadan önce bu kadar yazabileceğimi dahi hayal etmemiştim. Çünkü seyahatim esnasında bir günlük tutmamıştım. Tüm ayrıntıları yeniden yaşayarak hatırlamak durumunda kaldım. Ancak gördüm ki insan biraz hatırlamaya çaba gösterdiğinde anıları çorap söküğü gibi birbirinin ardına takılmış şekilde çıkıp geliyor beyninin derinliklerinden. “Söz uçar yazı kalır” diyen sevgili eşime destekleri için teşekkür ederim.