Fotoğraf © Serdar Yağcı
Zeytinbağı’nı 2001 yazındaki ziyaretimizde Erhan Abi’nin yemekleri bizi baştan çıkarınca arayı fazla açmadan 2002’nin Şubat’ında bu sefer dost ve akrabalarımızı da alarak Kazdağları’nın yolunu tutmuştuk. İlk akşam yemeğinden sonraki sohbet faslında şöminenin başında konyaklarımızı yudumlayarak ısınmaya çalışırken Tuncel Kurtiz köşedeki küçük, tüplü televizyona siyah beyaz bir Yılmaz Güney filmi koymuş ve bize kendisinden bahsetmişti. O gün hepimiz onun kısa hayat hikayesini kendisinden dinleyince samimi, mütevazi görünümünün arkasında aslında ne kadar büyük bir sanatçı olduğunun farkına varmıştık. Tuncel Kurtiz’le olan sıcak sohbetimizde en ilgimi çeken Hasan ile Emine’nin yürekleri dağlayan Hasanboğuldu adlı aşk hikayesi oldu ve hikayeyi bir kere de benim kameraya almam için tekrar anlatmasını rica etmiştim.
Geçen hafta Sabahattin Ali’nin Yeni Dünya adlı kitabının son hikayesi olan Hasanboğuldu’yu okuyunca 11 yıl önce Tuncel Kurtiz ile geçirdiğimiz o akşam aklıma geldi ve arşivlerimden tarayıp çıkardığım bu eski kaydı sizinle paylaşmak istedim.
Sabahattin Ali ve Tuncel Kurtiz, ülkemizin yeri hiçbir zaman doldurulamayacak iki değerli sanatçısı, saygıyla anıyorum.
Hasan Zeytinli’de bahçıvanmış… Ufacık bir bahçesi varmış; yazın bostan, yeşillik eker, kışın el zeytini silkmeye gider, koca anasıyla yaşar dururmuş. Daha da pek genç imiş; hani bıyığı yeni terlemiş. Anasından başka kadına göz kaldırıp bakmaz, düğünde, bayramda öbür delikanlılar gibi rakıya, oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış… Pazarlara gidip bostan ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş. Bizim obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar… Anam daha şuncağız çocukmuş… İşte o zamanlar bizim Yüksekoba’dan Emine, Edremit pazarında bu Hasan’ı görmüş… Anam Emine’yi bilirdi; sekiz yük balları varmış; babası ağaç devirip kereste yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış. Dağ gibi bir kızmış. Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca şu yana savuruverirmiş. Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış. Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik yanaklarından öpermiş… İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan’dan bostan almış; hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da onun için… Hasan bostanları Emine’nin heybesine doldururken:
‘Yörük kızı!’ demiş, ‘Yükün ağır oldu. Kazdağı’nın yolu çetindir, nasıl çıkacaksın?’
Emine onun yüzüne gülüvermiş de:
‘Ne sandın düz ovalı!’ demiş, ‘Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..’
Hasan önüne bakmış, Emine yoluna gitmiş, ama ertesi pazar yine onun sergisine varmış:
‘Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!’ demiş; omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış, Hasan’a vermiş. Hasan’ın yüzü yine al al olmuş:
‘Ne zahmet ettin, yörük kızı!’ demiş, ama Emine cevap vermeden gülüp yürümüş.
İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken, Kadıköy Mezarlığı’nın önüne varınca, bakmış Emine heybesi sırtında ileriden gidiyor. Önce dili tutulmuş, hiç tınmadan ardından yürümüş, sonra bir yüreklenmiş, eşeğini sürüp Emine’nin yanına varmış:
‘Uğurlar olsun, yörük kızı! Sen hangi obadansın?’ diye sormuş. Emine, Hasan’ı görünce:
‘Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan! Ben Yüksekobalı’yım sen nerelisin?’ demiş.
‘Ben Zeytinli’denim… Köye kadar yolumuz bir… Heybeni eşeğin üstüne at da rahat git!..’
‘Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam, koca dağa bu yük ile nasıl çıkarım?’
Zeytinli’ye gelene kadar yan yana yürümüşler; az konuşmuşlar, çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş. Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler… Emine arada bir Hasan’ın, Zeytinli’nin alt başındaki bahçesine uğrayıp ona süt, peynir, bal götürmüş; Hasan, Emine’ye dut silkivermiş, kiraz, vişne toplamış. Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş. Ama Hasan’ın anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil… Oğlunu önüne oturtup:
‘Oğlum, Hasan!’ demiş. ‘Baban öleli beri evin erkeği sensin… Ben bugün varsam yarın yoğum… Evine bir kadın lazım. Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin… Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar halimde obasına gidip isteyeyim… Güz yaklaştı; zeytinden sonra düğününüzü yaparız…’
Hasan da hep bunu düşünürmüş ama, bir türlü içini dökemezmiş. Bakmış artık beklemenin yolu yok, Emine obadan indiği bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:
‘Emine’ demiş, ‘bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü! Kış gelip dağları yolları kar örtmeden ya sen bana gel, ya ben sana geleyim!’
Emine’nin yüzü sapsarı olmuş:
‘Ah, Hasan!’ demiş, ‘Kışın derdi senden evvel benim içime çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. Ne ben senin köyünde edebilirim, ne sen benim obamda… Bu yaz büyük günah işledik… Artık sen beni unut, ben de seni unutayım…’
Bunu duyunca Hasan’ın aklı başından çıkmış; Emine’nin eline sarılmış:
‘Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!’ demiş, ‘Senin tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur? Böyle deme, burda kal. Sen bahçeye bakarsın, ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız…’
Emine acı acı gülmüş de demiş ki:
‘İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş; bunu düşündüğüm yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam. Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine dert olur… Kızılbaş kızı geldi de Hasan’ı elimizden aldı derler, benim içime dert olur… Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli… Ben seni görmemeliydim… Gördüm, sözüne uymamalıydım… Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları… Hadi benim Sarı Hasanım, tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız… Bırak beni dağıma gideyim!’
Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. Hasan arkasından bakmış kalmış…
-O günden sonra Hasan’ın yüzü gülmemiş, rengi yerine gelmemiş. Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı eylemez olmuş. Pazarlara ayva, nar satmaya gider, ne alıp ne verdiğini bilmeden geri dönermiş. En sonunda bir gün dayanamamış; Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli’nin üst başında, Yüksekoba’ya giden yolun kıyısında oturup Emine’yi beklemiş. O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş. Az sonra Emine yolun alt başında görünmüş. Onun da yüzü sarı, hali perişanmış. Hasan’ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan oradan geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş:
‘Emine!’ demiş, ‘Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit çıkmamış. Ocağına düştüm! Deli gönlün bizim çukur köyümüze sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim; ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi dağdan sırtımda indireyim. Tek beni buralarda garip koyup
gitme!..’Emine durmuş, Hasan’ın yanına çökmüş, gözlerini koluna
silmiş:‘Hasan’ demiş, ‘yüreğimi deldin! Ne çare ki dediğin olacak iş değil. Ovada büyüyen dağda yapamaz… Dağın suları serindir ama, yolları sarptır, kışı çetindir… Kar altında odun kesmek, bahçeye bostan ekmeye benzemez. Benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!.. Ben seni bildim, artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor; ama anamın, babamın, akranımın yanında seni küçük düşüremem. Sal beni gideyim!..’
Hasan ayak diremiş: ‘Her işi yaparım; obanızın yiğitlerini kardeş bilip işlerine koşarım; eğer of dersem kov beni köyüme gönder!’ demiş.
Emine’nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış: ‘Haftaya burada bekle de cevabımı al!’ demiş.
Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış; hak alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, Emine’yi beklemiş… Çok geçmeden yörük kızı görünmüş… Sırtında koca bir çuval varmış, içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış.
Hasan’ın yanına gelince:
‘Hasan!’ demiş, ‘Anamla, babamla danıştım; onlar da emmilerimle danıştılar. Ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın onduğunu gören yok. Deli kız, deli kız! dediler. Yüksekoba’da gönlünü verecek yiğit mi bulamadın? Ben de: Herkesin yiğidi kendi gönlüne göreymiş! dedim. Peki öyleyse dediler, bir sına bakalım, senin yiğidin Kazdağı’ndaki yörük Emine’ye er olacak adam mı? Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik): Zeytinli’den kırk has okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup dinlenmeden benimle Yüksekoba’ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak. Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit bizim obamızda yoktur. Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!’
Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış. Emine’nin önüne düşüp yürümüş. Ayakları kuş gibi uçarmış. Beyobası’nı geçmişler, bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış, Hasan’ınyüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor… Az önce genişleyen yüreği daralmış:
‘Kendine yazık etme, Hasan!’ demiş. ‘Ver çuvalı bana, ben gideyim! Sen bahçene dön!’
Hasan soluk soluğa:
‘Buraya gelirken ant içtim. Geri dönersem sağ dönmeyeceğim!’ deyip yürümüş. Emine’nin yüreği daha da daralmış ama çaresi yok. Eski değirmeni geçmişler, Sutüven’in yanına gelince Hasan durmuş:
‘Emine!’ demiş, ‘Bana ettiğin zulümdür! Tuzlar sırtımı yaktı… Dur bir soluk alayım!’
Emine:
‘Kavlimizde durup dinlenmek yok!’ deyip yürümüş. Hasan bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş. Az daha gitmişler; Hasan yine durup yalvarmış:
‘Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın! Bu kadarı yeter, hadi köye dönelim!’
Emine’nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı vurmamış:
‘Ben sana dedim Hasan, bu dağlar sana göre değil! Ver çuvalı ben gideyim’ demiş.
Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş. Demin yanından geçerken Hasanboğuldu dedim ya, eskiden oraya Gök Büvet derlermiş. Hasan oraya geldiğinde dizleri bükülüvermiş,
olduğu yere çökmüş:‘Ah, Emine!’ demiş, ‘Beni boş yere yaktın. Ben bu dağlara çıkamayacağım, gel köye dönelim!’
Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan’ın sırtından düşen çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş. Çalıların ardında kaybolup giderken, Hasan anasız kalmış yavru kuş gibi bağırmış:
‘Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp gitme!’
Emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna düzülmüş. Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan’ın bağırdığını duymuş. Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:
‘Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan gel!’ diye seslenirmiş.
Emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış. Anası babası onu görünce her şeyleri anlamışlar. Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış, kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden fırlamış:
‘Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor!’ demiş.
Anası babası sormuşlar:
‘Hasan’ı nerde bıraktın?’
‘Gök Büvet’in orda!’
‘Kız sen deli mi oldun? İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?’
Emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz, durup dinler, sonra:
‘Anacığım! Bak nasıl çığırıyor! Yazık oldu… Dur bir varıp bakayım!..’ dermiş.
O gece zor tutmuşlar. Obanın yanındaki ormanlarda sabahacak dolaşmış. Gün ağarırken Gök Büvet’e inmiş. Bakmış oralarda kimsecikler yok… Suyun yanından geçip gidermiş, bir de ne görsün: Hasan’ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından birine takılmış, yüzüp duruyor… Onu oradan aldığı gibi koynuna sokmuş… Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:
‘Hasanım! Ses ver de yanına varayım!’ diye bağırmaya başlamış. Her defasında dağlar taşlar ses verir:
‘Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan geleceksin!’ dermiş.
Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında dolaşıp Hasan’ı aramış. Zeytinli’ye inip anasından sormuş. Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.
Köylüler Hasan’ın Gök Büvet’te boğulduğuna kayıl olmuşlar (inanmışlar): ‘Güz yağmurlarından derenin suyu coştu. Ölüsü kim bilir hangi kovuğa girip kaldı? Belki de sular aldı denize götürdü!’ derlermiş. Emine bunu duyunca:
‘Yalan!’ demiş, ‘Hasan ölmedi ki! Beni çığırıp duruyor ama yerini diyivermiyor. Araya araya bulurum helbet!’
Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar. O bir yolunu bulur, dere boyuna iner, Hasan’a seslenirmiş. Gök Büvet’in yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş. Bir gün anasına:
‘Hasan bana yine seslendi; bugün beni Gök Büvet’te bekleyecek. Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!’ demiş.
Anası:
‘Amanın kızım, neler oldu sana?’ diye ağlayıp dövünmüş. Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş. Akşamüstü oradan geçenler Emine’yi Gök Büvet’in yanındaki koca çınarın dalında, Hasan’ın çevresiyle asılı bulmuşlar.-
1942, Sabahattin Ali
omzuma sıcak bir el dokunur sesini her duyduğumda bütün içtenliği o dokunuşla geçer bana. hayatının tüm tecrübelerini akıtır sesinin tonuyla ve omuza o dokunuşla.
şimdilerde sesini duyduğum anda gitmiş olduğunun bilinci omzuma dokunuşunu eksiltir mi diye düşünürken ılık ılık akan içtenliğin ve omzuma dokunuşun tekrardan bir hoşgeldin be usta dedirtir bana. Mekanı cennet olsun unutulmadın dayı
Katılımın için teşekkürler…
Özetiiii kısaca. Lüüütfeen nolur