Fotoğraflar © Serdar Yağcı
Bu yazı “Nepal’de Bir Otobüs Yolculuğu“ adlı yazımın devamı niteliğindedir.
Nepal’de 1-2 hafta kadar kalmayı planlıyordum. Katmandu sokaklarında bu süreyi nasıl geçireceğimi düşünerek dolaşıyordum. Himalayalar’da bir trekking yakışır düşüncesindeydim. Seyahat acentelerini dolaştım. Amacım, biraz bilgi almak, karşılaştırma yapmak ve sonra da karar vermekti. Genelde tek kişi için bir rehber tutmak çok ekonomik değildi, öte yandan kalabalık bir grupta da yer almak istemiyordum.
Bir seyahat acentesine girdim. Acentenin sahibi bilgi vermeye başladı. O sırada benim gibi yalnız gezen, bilgi almak için orada bulunan 25-30 yaşlarında, şişmanca, uzun düz saçlı, açık tenli, Avrupalı olduğu belli bir kız da sohbete dahil oldu. İngilizcedeki “This” kelimesini “Sis” diye telaffuz etmesinden bir Fransız olduğunu anladım. Sohbet döndü dolaştı, hadi beraber gidelim de rehberlik ücretini kırışalıma geldi. Anlaştık, paramızı yatırdık. 1 hafta boyunca Himalayaların eteklerinde yürüyüş yapacağız. Ertesi gün erkenden şehir merkezinde buluşacaktık; ama ondan önce Nepal Turizm Bakanlığı’ndan trekking için bir izin belgesi çıkartmamız gerekiyordu. Yürüyüşümüz boyunca kontrol noktalarında bu belgeyi kontrol edeceklerdi.
Himalaya Dağları, dünyanın en büyük ve en yüksek sıradağlarıdır. Asya’nın orta güney kısmında, doğu batı doğrultusunda uzanır. Dünyanın en yüksek zirvesi Everest’i (8848 m.) içine alır. Everest Tepesi, Nepal ile Tibet (Çin) sınırında yer alır. Everest tepesi Nepal’in sınırları içersindedir.*
Ertesi gün yürüyüş başlangıç noktamıza gitmek üzere kısa boylu, atletik, esmer, kıvırcık saçlı rehberimizle de buluşarak bir önceki yazımda da anlattığım tarzda külüstür bir otobüse bindik ve yola koyulduk. Yolda verdiğimiz molalardan birinde yürüyüş arkadaşıma 1 haftalık yürüyüşümüzün zorlu bir parkur olduğunu, düşüp kendimizi yaralamak veya hasta olmak gibi riskleri olabileceğinden bahsettim. Eğer bu gibi beklenmedik durumlar onun başına da gelse yürüyüşümü yarıda kesebileceğimi söyledim. Yani anca beraber kanca beraber demeye getirdim. Hay ağzımı eşşek arısı soksaydı da demez olsaydım. Kızın sinirden saçları kirpi gibi dikildi. O hiç kimseye bağlı olamazmış, benim sorunum bana, onun sorunu onaymış, bana bir şey olsa onun umurunda değilmiş, bu geziye beraber çıktıysak tek amacımız masrafı azaltmakmış, karşılıklı olarak bağlayıcı sözler vermek değilmiş vs. O gün yaşadıklarım, bireyselliğin bize oranla çok fazla olduğu Avrupa kültürü ile ilk buluşmamdı. Bizim için gayet normal bir bakış açısının Avrupalı özgür bir birey için bu denli onur kırıcı olarak algılanmasını hiç beklemiyordum.
Her gün sabah erkenden kalkıp yürüyüşümüze başlıyorduk. Öğlene kadar hiç durmadan yürüyor, öğlen yemek molası, sonra akşama kadar tekrar yürüyorduk. Akşam güneş batmadan önce bir pansiyona yerleşiyor ve akşam yemeğimizi yiyorduk. Yürüyüşümüz boyunca sadece müthiş dağ manzaraları görmekle kalmadık aynı zamanda sık ağaçlıklı, rutubetli ormanlardan yağmur altında yürümek durumunda da kaldık. En yüksek 3600 metre rakıma kadar çıktık.
Bir mola sonrasında suyum bitmişti. Matarama bir çeşmeden su doldurdum ve içine ufak klor tabletlerinden bir tane attım. Sonra baktım bizimkinin suyu olmamasına rağmen matarasını doldurmuyor. Hayırdır dedim içimden ama bir yandan da bir şey söylerim de kızar diye korkuyorum. Yine de belki görmemiştir, kızcağız susuz kalmasın diye hatırlatayım dedim. Vicdanım elvermedi. Ne dese beğenirsiniz? O zaten görmüşmüş o çeşmeyi, benim doldurduğumu da görmüş hatta, ama bilerek doldurmamış kendisine. Neden diye sorduğumda hemen arkasında pis bir tuvalet olduğunu fark ettiğini söyledi. Evet gerçekten baktım, suyun geldiği yer hiç de tekin değildi. Bu sefer dayanamadım sordum. “Madem gördün, beni de gördün, neden beni uyarmıyorsun? Şurada 3 gündür yürüyoruz bu kadarını hak etmiyor muyum?” dedim. “Bana ne” demez mi? “Senin hayatın, senin seçimlerin, sana karışmaya hakkım yok” demez mi? “Hay senin kafana Avrupa kadar taş düşsün!” dedim ama Türkçe olduğu için anlamadı. Kuşkusuz batı kültürlerinin bizimkine nazaran olumlu özellikleri vardı tabii ki ancak bu kadar bireysellik o zamanki Serdar için fazla gelmişti.
Bir akşam nispeten büyük bir köye geldik. Orada bizim gibi yürüyen başka ülkelerden insanlarla tanışma ve sohbet etme fırsatı bulmuştum. İçlerindeki tek Türk bendim. Genelde Amerika ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelmişlerdi. Hepsinin ortak özellikleri gezmeyi seven, olabildiğinde çok az para harcayıp, çok yer görme niyetinde gençler olmalarıydı. Akşam yeterli boş oda olmadığı için rehberimizle aynı odada kalmaya karar vermiştik. Ben odaya girdikten sonra kapıyı çalıp içeri girdi. Yüzünde anlamsız bir gülümseme, gözleri kayık, leyla bir haldeydi. Kendisi konuyu açtı. “Serdar şunca zamandır rehberlik yaparım sen benim ilk Türk müşterimsin ve bizim kültürümüze en yakın yabancılardan birisin diyebilirim.” dedi. Geçmişte yaşadıklarından, işinin zorluklarından dem vurdu. Sonra cebinden bir tutam ot çıkardı. “İster misin?” dedi. “Hayır” dedim. Yürüyüş esnasında topladığı yapraklardı. Nepal’de o yıllarda uyuşturucu konusunda bir kısıtlama yoktu.
O bir haftayı sağ salim atlattık. Döndüğümde ayakkabılarım tamamen iflas etmişti. Ama hiç bu kadar kondüsyon yaptığımı hatırlamıyorum. Şimdi olsa cesaret edemem.
Tümü böyle mi acaba? Ekip, body, güvenlik kültürü gibi şeyler bize eroppadan geldi. Bu konu bir gezi olsa da böyle bir yürüyüş içinde saydıklarımın kesinlikle yeri var. Tamam kişisel kararlarına saygı gösterelim ama bu bayan kesinlikle biraz cins biriymiş.
Hafta sonu dağcı bir arkadaşımla beraberdim. Ondan öğrendiğim kadarıyla body olayı dağcılıkta yok. Yani dalma gibi değil. Ancak yürüyüşün kaptanı var. Kaptan derse ki senin pilin bitmiş daha fazla devam edemezsin geri dön. İşte o zaman döneceksin.