İsviçre, sadece peyniri, çikolataları, saatleri ve finans merkezleriyle nam salmış bir ülke sanırdık. Ülkeyi baştan sona geçtiğimiz beş günlük yolculuğumuzda, çok kültürlü yapısı ve enfes doğa manzaraları ile de büyüledi bizi. Montreux, Luzern, Lugano, Locarno ve Saas Fee kentlerini kapsayan bu kısa seyahatin ardından, damaklarımızda İsviçre çikolatası gibi bir tad ve zihnimizde hülyalı düşler kalıyor…
Her şey Kamboçya gezimde İsviçre vatandaşı olmuş bir Türk hanımla tanışmamla başladı. Seyahat dönüşü kendisine fotoğraflarımı gönderdiğimde, Kamboçya’da yaptığı teklifi yineledi: “İsviçre’ye de gelsene”. Eşimin, “Artık bir gezine beni de götür” ısrarları da buna eklenince, bir de baktık İsviçre uçağındayız.
Fotoğraf ajansımdaki İsviçreli bir arkadaşımızdan aldığımız bilgiler ışığında internette yaptığımız araştırmanın çıktılarını incelemeye başlıyoruz. Malûm İsviçre, Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs’ta en sık konuşulan ekonomik parametrelerden biri olan dış ticaret açığının olmadığı, bilakis, her yıl yaklaşık 15 Milyar Avro fazlası olan bir ülke.
Baştan sona İsviçre
Sabahın erken saatlerinde Basel havaalanına indiğimizde, elimizdeki Avroları İsviçre Frankına çevirecek açık ofis bulamıyoruz. İsviçre AB’ye henüz girmemiş bir ülke; ancak her yıl yapılan referandumda gençlerin AB yönünde oy kullanmasıyla ivme AB yönüne kayıyormuş. Durdurduğumuz taksicinin Türk çıkmasına da hiç şaşırmıyoruz; çünkü Basel, İsviçre’de Türk nüfusun en yoğun olduğu şehirlerden biri. 15 dakikalık yolculuğumuz sırasındaki sıcak sohbette, havaalanının aslında İsviçre sınırları içinde olmadığını öğreniyoruz. İsviçre, havaalanı arazisini Fransa’dan kiralamış.
Önceden aldığımız üç günlük tren biletleri ile İsviçre’yi baştan sona dolaşacağız. İsviçre, tıpkı İngiltere ve Japonya gibi mükemmel bir tren yolu ağıyla donatılmış. Dakika şaşmayan ve İsviçre saatleri gibi tıkır tıkır işleyen bir sistemleri var. Planımızı yapıyoruz: Montreux, Luzern, Lugano, Locarno ve Saas Fee.
İsviçre sadece dağları, saatleri, inekleri ve çikolatasıyla ünlü bir ülke değil. Etrafına güzel şehirlerin kurulduğu birçok gölü de barındırıyor içinde. Montreux, Luzern, Lugano ve Locarno göl kenarındaki şehirlerden dördü.
Çok dilli bir ülke…
İsviçre’nin her bir köşesine farklı diller hakim. Bölgelerde konuşulan diller, yakın olan ülkeye göre şekilleniyor diyebiliriz. Örneğin Montreux, Fransa’ya komşu bir şehir. Dolayısıyla Fransızca konuşuluyor. Ama İsviçre’deki birçok kişi Almanca, İtalyanca ve Fransızca konuşabiliyor. İngilizce konuştuğumuzda da hiçbir zaman “Bilmiyorum” yanıtını almıyoruz. Bu ülkenin resmi dili ise Almanca. Sadece İsviçre’de konuşulan özel bir dil de var. İsviçre diyalektiğinde bir çeşit Almanca. Ama bunu konuşan İsviçreliler’in sayısı çok fazla değil.
Geneva Gölü’nün kenarındaki Montreux, tam bir dinlenme mekânı. Tarihî binaların içindeki kaliteli otellerin sıra sıra dizildiği kordon boyunda yürüyüşe çıktığımızda, yüksek dağların arkasından ancak yüzünü gösterebilen güneş, içimizi ısıtmaya başlıyor. Genç çiftleri aratmayacak bir tutkuyla el ele dolaşan çok şık giyimli 80’lik dedeler, nineler yanımızdan gülümseyerek geçiyor. Montreux’nun sembollerinden biri olan ve Alp Dağları’yla harika bir manzara veren Chillon Şatosu’nun fotoğrafı, en iyi gölün içinden çekilebileceğinden, bir deniz bisikleti kiralıyoruz. Ardından sıcak bir kahve ve yine trendeyiz.
Luzern’in sokakları…
Lucerne ya da diğer adıyla Luzern’de trenden indiğimizde, şehir sanki kollarını açıp bizi içine alıyor. Tertemiz bir gölün etrafındaki binaların altına dizilmiş lokanta ve kahvehaneler, yelkenliler, deniz bisikletlerinde kahkahalar atıp şakalaşarak birbirini göle atan çocuklar, martılar ve bize hoş geldiniz diyen bir kuğu. Öncelikle kendimize kalacak bir otel aramaya başlıyoruz. Birkaç başarısız denemeden sonra bize uygun bir otele yerleşiyoruz. Resepsiyondaki hanım Türk olduğumuzu öğrenince indirim yapıyor: Bir gecelik konaklama için iki kişilik odanın fiyatı 100 Avro!
Bizi yüzlerce yıl gerilere götüren eski Luzern’in sokaklarında dolaşırken sırasıyla 14. Yüzyılda inşa edilmiş Chapel Köprüsü’nü ve 34 metre yüksekliğindeki Su Kulesi’ni, 17. Yüzyılda barok tarzda inşa edilmiş Jesuit Kilisesi’ni ve İsviçre’deki en önemli rönesans yapılarından biri olan 17. Yüzyıldan kalma Hof Kilisesi’ni görüyoruz. Luzern, İsviçre’deki en beğendiğimiz şehirlerden biri olarak hafızalarımıza kazınıyor.
İsviçre’deki İtalya…
Ertesi sabah güneye, Lugano’ya doğru yola koyuluyoruz. Lugano, tipik bir İtalyan şehri. Lugano’daki evler kuzeye göre biraz daha modern ve insanlar da daha şık. 52 bin 500 nüfusuyla Ticino kantonunun en önemli şehri olan Lugano, uluslararası konferansların organizasyon merkezi olmakla Avrupa’da ün salmış bir şehir. Aynı zamanda İsviçre’nin finans merkezlerinden biri olan Lugano’da öğle yemeği için oturduğumuz lokantaya takım elbiseli bay ve bayanlar gelmeye başladığında ve pek çok insanın ayakta sıra beklediğini gördüğümüzde gerçekten iyi bir seçim yapmış olduğumuzu anlıyoruz. Bu durumun tadını çıkarmak için güzel bir İtalyan şarabı açtırıyoruz. Bu güzel ziyafetin ardından, yine bir İtalyan şehri olan bir sonraki durağımıza, Locarno’ya doğru hareket ediyoruz…
Locarno’daki otelimize yerleştikten sonra resepsiyondaki hanımdan şehirde kalacağımız kısa zaman içinde gezebileceğimiz yerler hakkında bilgi alıyoruz. Locarno bir dağın yamacında, Maggiore Gölü’nün kenarında kurulmuş bir şehir. Şehrin ikonlarından biri olan Madonna Del Sasso kilisesine gitmek için teleferiğe binmemiz ve hayli yukarılara çıkmamız gerekiyor.
Madonna Del Sasso, 15. Yüzyılda, bir kayanın üzerine inşa edilmiş bir manastır. Muhteşem manzarasıyla Locarno’yu yukarıdan seyrediyor. Amacımız bu noktadan yürüyerek aşağıya, eski şehre inmek. Ancak bu yürüyüş beklediğimizden yorucu geçiyor. İtalyan tarihçi Marino Vigano’nun, tasarımını Leonardo Da Vinci’nin yaptığını iddia ettiği kalenin önünden geçerek akşam yemeği için bir lokantaya oturuyoruz. Mönümüz, risotto ve şarap.
Buzdan bir mağara…
Ertesi sabah, tren yolculuğunun sunduğu manzara karşısında büyülenmiş bir şekilde Brig’e varıyoruz. Buradan Saas Fee’ye tren çalışmadığı için otobüse biniyoruz. Saas Fee, 1800 metre yükseklikte bir dağ köyü ve kış sporları merkezi. Köyün içine araba girişine izin verilmiyor.
Küresel ısınmadan dolayı dağların zirvelerinde artık yavaş yavaş erimeye başlayan buzulları görebiliyoruz. Oraya ulaşmak için birkaç teleferik yolculuğu yapmamız gerekiyor. Vardığımız en üst nokta 3500 metre. Ama biz sanki dünyanın zirvesinde gibiyiz. Buzulların ortasında, dönen bir lokantada sıcak çorbamızı içiyoruz.
Mittelallalin buzulunun 10 metre altında oluşturulmuş ve ışıklandırılmış mağarayı hayranlıkla, fakat üşüyerek dolaşıyoruz. Doğrusu bu kadar soğuk için hazırlıklı değiliz. Ağustos ayında yaptığımız bu seyahetin bir anda kış mevsimine döneceğini hiç hesaplamamıştık.
Dönüşte yine Brig’de duruyoruz. Akşam yemeği için girdiğimiz lokantada garsondan bize İsviçre’ye özgü ve sadece burada yiyebileceğimiz bir şeyler getirmesini istiyoruz. Ancak önümüze çiğ sucuk, salam, pastırma ve birkaç çeşit peynirden oluşmuş bir ordövr tabağı geliyor. Sonradan öğreniyoruz ki İsviçre mutfağı diye bir olgudan söz etmek pek de mümkün değil. Önümüze gelen yemeğe epeyce güldükten sonra eşimle Fransız ve İtalyan mönülerinden vazgeçmeme kararı alıyoruz.
Avrupa’nın sanat başkenti Basel…
Seyahatimizin son gününü de Basel’e ayırıyoruz. Basel, bir sanat şehri. Çağdaş sanat müzelerini dolaşırken, zamanının çoğunu fotoğraf çekerek geçiren ben, “acaba bir şeyleri mi kaçırıyorum” hissine kapılmaya başlıyorum. Pazar yeri meydanında bulunan ve 16. Yüzyılın başlarında gotik tarzda inşa edilmiş eski belediye binası, Kunst Museum (Sanat Müzesi) ve Barfüsserkirche (Müze haline getirilmiş bir kilise) gerçekten görülmeye değer mekânlar.
Basel çevresinde araba ile gidilebilecek iki nokta daha var. Mariastein Kilisesi ve Goetheanum. Mariastein Kilisesi, insanların dualarının kabul edildiği bir mekân olarak ün salmış. Duvarları, istekleri gerçekleşmiş insanların teşekkür plaketleri ile dolu. Kimisi çocuk istemiş, kimisi sadece sınavını geçmek… Goetheanum ise, 1928’de Rudolf Steiner tarafından inşa edilmiş ve yapımında sadece organik malzemeler kullanılmış. Burası, Antropozofların sanatlarını icra ettikleri bir çeşit ibadethane.
Antropozoflar, yaşamlarına kimyasal maddeleri sokmuyorlar. Kullandıkları malzemeler, ilaçlar ve eşyalar, kimyasallar içermeyen doğal maddelerden üretilmiş. İsviçre’de klasik tedavi yöntemlerine yanıt vermeyen kanser hastalarına bir de Antropozofların hastanesini denemeleri öneriliyormuş.
Ayrılık vakti…
Beş günlük gezimizin sonunda, uçağa binmeden önce bol bol çikolata ve peynir alıyoruz. Bu arada Basel’de kaldığımız üç gece boyunca bize evini açan Sevim Küçük’ün mükemmel ev sahipliğinden söz etmeden geçemeyeceğiz. İsviçre’nin diğer şehirlerini de başka bir sefere gezmek için sözleşerek, bu küçük ama ziyaretçilerine çok şey sunan şirin ülkeden ayrılıyoruz.
Türkiye’de İsviçre ile ilgili şöyle bir kanaat vardır: İsviçre’de insanlar çok mutsuz, dolayısıyla intihar oranı çok yüksek; orada yaşanmaz. Bu, bize oraları gördükten sonra biraz züğürt tesellisi gibi geliyor. İnsan, her yerde insandır çünkü.
Yazıyı okuyunca unuttuğum pek ayrıntıyı yeniden hatırlamakla kalmadım, beynim aradaki boşlukları da dolduruverdi. Öğle yemeğindeki İtalyan lokantası, Saas Fee’ye çıktığımızda buzulların üzerinde spor ayakkabılarla yürümek zorunda kalmamız, İsviçre yemeği diye önümüze gelen ordövr tabağı, Lugano treninde Lugano kelimesini sürekli tekrar ederek bizi hipnoza sokan ve az kalsın durağı kaçırmamıza sebep olan adam…
Yazmak lazım.
Katkın için teşekkürler Aysuncum 🙂
Yillar once, karadan, lastik tekerlekle isviçreyi gezmiştim. Luganoya kadar.
Fakat aklimda hep, isvicrede tren yolculuğu yapmak vardı.
Bence 5 gun az bi zaman bu program icin.
Fakat esli oldugunu dusunursek makul bir zaman.
Sizden ricam; Bu 4-5 gunluk seyahatin aklinizda kalan yaklasik maliyetlerini yazmaniz.
Birhassa trenler. Ve diğer ulaşım.
Simdiden tesekkur.
(Tabii gerceklestirmeyi hayal ettigimiz programa Sevim Kucuk hanim da, başlangıç katkısı yaparsa ne kadar güzel olurdu bizim için 🙂 )
Ömer bey, bu yolculuktaki masraf ayakları şunlar:
1. Uçak (Pegasus ile gittik. önceden ucuz bilet bulma şansınız var.)
2. Tren (Orada yaşayan bir kişinin toplu bilet alması durumunda indirimli olabiliyordu. Ne kadar verdiğimizi hatırlamıyorum. Sevim teyze ayarlamıştı.)
3. Otel (Booking.com’dan dilediğiniz bütçeye uygun oteli gitmeden önce ayarlayabilirsiniz.)
4. Yemek (Öğle ve akşam yemekleri için iki kişi toplam en az 50euro en fazla sonu yok. Zevkinize kalmış.)
Bu geziyi 4-5 yıl önce yapmıştık. Daha fazla ayrıntı aklımda kalmadı açıkçası. Yardımcı olabildiysem ne mutlu…:)